23 Ocak 2014 Perşembe

Merhaba,


Buraya ne zamandır yazmıyorduk. Ama bence artık yazıcaz çünkü yine tatile girdiiik. Şu süre zarfında mezun olup korkunç belirsiz geçirdiğim birkaç aydan sonra, Ankara Üniversitesi DTCF’de (Dil tarihtekilerin okul adı vermeyip böyle havalı havalı DTCF demeleri gibi bi halleri var, uyum sağlama sürecindeyim…….) gelişim psikolojisi yüksek lisansına başladım. O korkunç belirsiz aylarda master işleriyle ilgili bir yazı yazmak aklımdaydı hep, ama mezuniyet süreci gerçekten enerji emükleyen bir dönem. Şimdi kısaca bunlardan bahsediyim. 
ps. Bilge çok moral bozmamamı istedi ama nasıl olsa zamanı gelince herkesin bozulcak amk bari benden duymuş olun.

Öncelikle sanırım psikoloji mezunu bir tanıdığım olmadığı için ya da tamamen kendi armutluğumdan, nerdeyse tüm üniversite dönemini  ¨Mezun olurum yurtdışına gider masterımı yaparım dönerim klinik açarım yea¨ diyerek küçük bir hayalperest olarak geçirdim.  İskandinav tarzında dekore edilmiş havalı klinik filan, HE OLDU. Aslında psikoloji okuyanların bir çoğunun da yaşadığı kötü bir illüzyon bu: Hepimizin klinik psikolog olacağı illüzyonu. Ama birçoğumuz için işler hiç de öyle gelişmiyor. Mezuniyetten sonra klinik psikoloji beklenenden daha küçük bir ihtimal olarak kalırken, önümüzde farklı ihtimaller beliriyor. Bu noktada kendini iyi tanımanız,yapabileceklerinizi ve yapmak istediklerinizi iyi bilmeniz, idealist davranıp davranmayacağınız filan devreye giriyor. Şimdi ihtimallere bakalım.

1. Yüksek Lisans. Daha çalışmak için çok genciz diye çığlıklar atıp tüm sıkıcı prosedürlerine rağmen çatır çutur başvurduğumuz yüksek lisans programlarında klinik, gelişim, endüstriyel, sosyal, bilişsel bölümleri en çok tercih edilenler arasında (salladım, bunlar sadece aklıma gelenler). Bir psikoloji mezunu, klinik psikoloji yüksek lisansı yapmadığı sürece klinik açıp, psikoterapi yapamıyor. Kural bu, haliyle birçok insan klinik psikolojisine başvuruyor. Gelişim psikolojisinden mezun olanları kreşler alıyor, endüstriyel mezunlarının işlerine iktisat, işletme, çalışma ekonomisi mezunları alınıyor, sosyalciler konusunda hiçbir fikrim yok. 

Her yıl değişen sayılar söz konusu olduğu için kesin bir sayı veremem, ancak açılan yüksek lisans programları oldukça az sayıda, genelde ilgilenilen bölüm olan klinik: Daha da az. Kriterleri genellikle ALES puanınıza, İngilizce puanınıza (toefl, ielts ya da yds’den), not ortalamanıza, referanslarınıza ve kendinizi pazarlamak için yazdığınız niyet mektubuna dayanan bu sistemde kontenjanlar da bi elin parmağını geçmiyor. Bazı okulların bilim sınavı ya da mülakatları oluyor.
Tabi alternatif olarak özel üniversiteye girmeyi düşünebilirsiniz, bunun için hatrı sayılır bi bütçe ayırmanız gerekebilir. Bunun yanında iyi üniversiteyi hııızla türeyen vasıfsız üniversitelerden de ayırmanız gerekir. Ya da yurtdışında yüksek lisansı düşünebilirsiniz bunun için de baya ciddi bi bütçe ayırmanız gerekir (parası olan direkt buna gitsin bence, çok düşünmesin).

2. ÖYP. Bu konuda çok yazmak bile istemiyorum. Büyük bi oranla Ales puanınıza göre atandığınız bir üniversite var, masterınızı doktoranızı yapıp, master ve doktora için harcadığınız süre boyunca o üniversitede çalışma sözü verdiğiniz bi sistem bu. Ve oldukça mantıklı olabilecek bi sistemken saçma sapan kriterleri, sistemin işleyişi, mevzu bahis torpilleriyle büyük bir hata gibi görünüyor şimdilik, benim için. Başvuran ve gerçekten bunu hak eden insanlara bişey demem ancak bana göre akademisyenliğin kalitesini düşüren, belirli kişilerin çıkarları için çok rahat kullanılabilecek bi sistem.

3. Özel Sektör. Havalı havalı giyinip şehirli iş kadını/iş adamı olma ihtimalini düşündüren bu sektör, işin içine girenlerden işittiğim serzenişlerle beni biraz korkutmaya başladı. Cumartesi günü çalışmak sanırım tahmin edilenden daha kritik ve bunun yanında sizin yaptığınız işi bilmemne mezunu da yaparı duyup binbeşyüzlira maaşa (iyi ihtimal) boyun eğmek zorunda bırakılmak, ay psikologsun ama hadi biraz da derslere gir, hadi biraz da şu çocuğa bak isteklerine maruz kalmak, ihtiyacı olanlara yardım ediciğim ne kadar süper bi meslek idealistliğimize hiç yakışmıyor.

4. KPSS. Annelerin söylemekten, başa kakmaktan bıkmadığı ihtimal. Devlete gir rahat et, bak emekliliğinde rahat edersin, ah ben gireydim, sabah 9 akşam 5, tatilin var, eve iş gelmez evine ailene bakarsın vs vs vs vs vs. KPSS forumlarındaki tablo çok üzücü, yıllar öncesinden çalışmaya başlayıp tüm hayatlarını buna adayan tamamen buna bel bağlayan bissürü insan var. Yeni şehirlerde yeni hayatlar yeni heyecanlar yaşamak isteyenler için birebir! (-_-)

5. Yeniden Üniversite. Geçen gün girdiğimiz yüksek lisans sınavından sonra MİYENDİZ OLSAYDIM KEŞKEE diyen arkadaşım, selaaam. Hiçbi şey için geç değil, en azından iyi para kazanırdık. 

6. Ev. Evde oturabilirsiniz. 

7. Sertifika Programları. Bunu bi ihtimalden ziyade, bi zorunluluk olarak alsak daha doğru olur. Sanırım her şeyden önce söylemem gereken şeyi unuttum: ARKADAŞLAR, PARASI OLMAYAN PSİKOLOJİ YAZMASIN. Psikoloji alanı kendinizi tanıtırken, 'boş zamanlarımda kendimi geliştirmek için kurslara giderim' kalıbı için aşırı uygun. Uygulayacağınız testler için, alternatif terapiler, farklı alanlarda daha çok bilgiye ulaşabilmek için bunlara katılmanız gerekicektir. Bi' de klinik psikoloji yüksek lisansı yapamayanlar için burda Aile Danışmanlığı adı altında gözleri parlatacak bi fırsat var. Yaklaşık 4 bin tl'ye mal olan bu eğitim, 4-5 ay sürüyor, teorik ve uygulamalı eğitimden sonra bi sınavla sonlanıyor. Eğer yeterli puan alırsanız, aile danışmanı olarak klinik açma ve psikoterapi yapma hakkınız oluyor. 

Sonuç olarak, ay psikolojiyi hep çok okumak istedim ya ne güzeeel diyenleri öpüyorum. Gerçekten güzel bi alan ama ne yaptığınızı ne yapacağınızı ne istediğinizi süüürekli düşünmenize neden olan bi alan. Lisans için seçeceğiniz üniversiteden başlayıp katıldığınız eğitimlere kadar her şeyi planlamanız gerekiyor. Genelde de bunlar hiç planlanmamış oluyo, ya da işler hiç istendiği gibi gitmiyor. 

İşte bööyle, herkese kolay gelsin. 



28 Temmuz 2013 Pazar

Merhabalar!

Yarın sosyal psikoloji sınavım olduğundan cognitive dissonance (bilişsel çelişki)'ye bakıyordum ve aslında epey ilgi çekici ve 7/24 göstermeye eğilimli olduğumuz bir durum olduğundan dedim ben bunu bloga yazayım da bilmeyenler nasiplensin, bilenler tekrar hatırlasın.

Çok sevgili beynimiz tutum ve davranışlarımızın dengeli olmasını arzular. Bir şeye karşı olan inancımız ve davranışımız herhangi bir sebepten dolayı çelişkiye girdiği anda beynimiz alarm vermeye başlıyor ve farkında olmadan hemen denge kurmaya çabalıyoruz. Sanırım halk arasında KENDİNİ KANDIRMAK olarak geçiyor.

Dürüst olup kendimden örnek vereceğim,

1-2 sene öncesine kadar sigaranın kokusuna bile katlanamayan, kış günleri kalabalık gruplarla bir yere oturulduğuda HOFFF SİZİN KEYFİNİZ YÜZÜNDEN BEN ÜŞÜYEMEM İÇERİ OTURCAZ çirkefliğini gösteren bir insan idim. Olaylar nasıl gelişti bilemiyorum ama 1 sene önce sigaraya başladım. Beynim "NOĞOLDU YARRAĞIM HANİ SİGARAYA KARŞIYDIN?" diye ötmeye başladığında kendisini susturmak için "iyi de paket almıyorum" dedim. İnsanın kendi beyni insanı yargılar mı arkadaşlar ya. Yargılıyor işte. Neyse. Sonra "iyi de haftada bi paket içiyorum" ile devam edip, alarm veren beynimi susturdum. Yani sigaraya karşı olan olumsuz tutumuma karşın sigaraya başlayışımı "zaten paket almıyorum ki" ile dengelemiş olup hayatıma kaldığım yerden devam ettim.  Kısacası;  BENİM ADIM CAFER! EN SEVDİĞİM SAVUNMA MEKANİZMASI, RASYONALİZASYON!

Şimdi benim hiç de bilimsel olmayan örneğimi geçip bilişsel çelişki teorisi adına yapılan bir deneyden bahsedeyim de tatmin olmayanlar akıllı olsun;

Deneklere çok sıkıcı bir iş yaptırılır ve kendilerinden sonra gelen deneklere işin çok eğlenceli olduğunu söylemeleri istenir. Bunun karşılığında kendilerine 1 veya 20 dolar para ödenir. Deney sonuçları beklenenin aksi şekilde gerçekleşir. 1 dolar alanlar "ÇOK EĞLENCELİ YA ÜF SÜPER" gibi şeyler söylerken 20 dolar alanlar "yeani işte.. meh.. eğlenceli gibi..." tarzı şeyler söylerler. Buradan çıkaracağımız sonuç ise şudur: 20 dolar alanlar "para için yalan söyledim" ile durumu kurtarırken 1 dolar alanlar ne için yalan söylediklerini kendilerine açıklamak adına kendilerini o sıkıcı işin eğlenceli olduğuna inandırırlar, yani tutumlarını değiştirirler.

Şimdi herkes şapkasını önüne koyup düşünsün. Kim bilir hayatınızda kaç kere bilişsel çelişkilerinizden kurtulmak için tutum değiştirdiniz değil mi..... ama şunu unutmayın... YALNIZCA KENDİNİZİ KANDIRIRSINIZ ARKADAŞLAR........

Ben Deli Değilim ...



"Bazıları hiç delirmez. Ne korkunç hayat sürüyorlardır allah bilir." -Charles Bukowski

23 Mayıs 2013 Perşembe


Six Feet Under'da Phineas Gage göndermesi keyfiiii xD

22 Nisan 2013 Pazartesi

Merabaa.

Freud'la ilgili küçük bir anımızı anlatmaya geldim. Freud hakkında küçük bi yazı yazıp olayı kapatamayacağımız çok belliydi zaten.
Öncelikle, geçen gün Individual Differences and Personality dersine çalışırken fark ettik ki adamın adı Sigismund Scholomo Freud ve bence bu çok komik.

Ayrıca Freud'un psikoseksüel gelişim teorisine göre 18 aylık-3 yaş arası anal dönem olarak adlandırılıyor ve bu dönemde melek yavrular kakalarını tutmaktan ya da koyverip sıçmaktan keyif alıyorlar. Sanki bunlar yeteri kadar enteresan değilmiş gibi; psikodinamik yaklaşım, bu dönemi, yetişkinlikteki yaratıcılık ve üretkenkenliğin temeli olarak görüyor. (!'^+%?=/&%) Bu dönemi sorunsuzca atlatmak ve ilerde sorun yaratmasını engellemek için melek yavruların ve kadın analarının tuvalet eğitimi challenge'ını başarıyla tamamlamaları gerekiyor.

Biraz geriye gidersek doğumdan 18 aya kadar olan dönem de oral dönem olarak adlandırılıyor ve bu dönemde bebekler yaşayarak öğrenme sürecini gördükleri her şeyi ağızlarına alarak deneyimliyorlar. Eğer bu dönem bir şekilde bozulur veya bölünürse ilerde sigara içme, tırnak yeme, kalem ısırma gibi davranışlar görülüyor. 

Şimdi yaratıcılık seviyenizle ya da sigara bağımlılığınızla ilgili düşünmeye başlayabilirsiniz.
Sevgiler.

16 Şubat 2013 Cumartesi


Evet.
Bugünkü hormonumuzun adı, oxytocin. Oksitosin yani. Ben kendisiyle ilgili edindiğim bi kaç küçük bilgiden sonra, “AHA SEKS HORMONUNU ÖĞRENDİM!” diye çıldırdım ama bundan daha derin bi mevzu olduğu kesin. Oksitosin, hipofiz bezinin arka lobundan salgılanan hormonlardan biri. Ve beyinde olduğu gibi kanda da üretilebiliyor. Kişileri birbirine bağlayan ve güven yaratan bu hormonun orgazm ve çocuk doğurma esnasında arttığı biliniyor. Yani seviştiğiniz insana aşık olmanız ve ona duyduğunuz güvenin artması baya olası. Artık bu bilgiyi de nasıl kullanırsınız bilmiyorum, kolay gelsin. Doğum esnasında da oksitosin ortaya çıkıp, gerekli kasılmaların oluşmasını sağlıyor. Doğum öncesi ve sonrası artışa geçen oksitosin sayesinde anne ve çocuk arasında sıkı bir bağ oluşuyor. Hatta yapılan araştırmalara göre sezaryenle doğum yapan anneler çocuklarının ağlamalarına normal doğum yapan annelere göre daha az duyarlı. Bunun sebebinin de oksitosin olduğu sanılıyor. Sezaryen doğum yapan kadınlarda, doğum sonrası depresyonun da daha fazla görüldüğü biliniyor, yani tüm bunlar oksitosinin az salınımı yüzünden olabilir. Alakasız bi şekilde acı biber yerken de artan bu hormon, aynı zamanda masaj yapılandan çok masaj yapanda da artıyormuş. Masaj terapistinizle aranızda duygusal bir bağ oluşması çok da şaşırtıcı değil yani (Masaj terapistiniz varmış mesela). Tek eşliliğe yönelenlerde, bu eğilimin sebebi de oksitosin. Mesela, fındık faresi en yüksek oksitosin seviyesine sahip hayvan olduğundan, minik fındık fareleri bir eş seçtikten sonra başka bir eşe ihtiyaç duymuyorlarmış. Ve oksitosin seviyeleri azaltıldıkları anda, biricik eşlerini bırakıp kendilerine başka başka eşler aramaya kalkmışlar. PİÇLER.
Güven arttıran, empati kurdurtan bu hormon, olumlu anılar yaratmamıza da yardım ediyor. Sosyal ortamlarda insanlara nasıl uygun tepkiler verileceğini, diğer insanların verdiği tepkileri anlamamızı ve göz teması kurabilmemizi sağlıyor. Bu yüzden, meselaa burundan emüklenen oksitosinin sosyal fobisi olan ya da otizm gibi sosyal ortamlarda problem yaşayan hastalar için kullanılabileceği düşünülüyor.
Oksitosinin insanların %5’inde herhangi bi uyarıcıya rağmen salgılanmadığı görülmüş ve biz bu insan grubuna şu sıralarda “piçler” diyoruz. Yüksek düzey stres, testesteron hormonu ve olumsuz çocukluk, oksitosin salınımını azaltıyor.
Ama tabi bazı araştırmalar da oksitosinin o kadar abartılmaması gerektiğini, çünkü koşulsuz sevgi ve mutluluk yaratmadığını iddia etmişler. Bir araştırmaya göre, olumlu hatıralar yaratmaya yardım eden, bu hormon eğer annenizle ilgili kötü anılarınız varsa oksitosin seviyeniz ne kadar arttılırsa arttırılsın o eski kahırlı anıları olumlu hatıralara dönüştürüp sizi mutlu edemiyor.
Sosyal medyayı kullanan insanlarda da oksitosin seviyesinin arttığı görülmüş. Bunun sebebi de diğer insanlarla iletişim içine girmemiz ve bi birliktelik yaşamamız. Sonuç olarak; insanlara sarılmanız, onlara dokunmanız, bi iletişim içine girmeniz oksitosin seviyenizi arttırmanıza, stresinizi azaltmanıza ve mutlu olmanıza yardımcı olacak.

Bol bol sarılın ve buralarda kalın yani, sevgiler.

Burdan da konuyla alakalı bi Ted konuşmasını izleyebilirsiniz. 

9 Şubat 2013 Cumartesi

Madem Duygu ibretlik bir olaydan bahsetti, ben de durur muyum hemen belirdim. Şimdi sizlere Phineas Gage isimli talihsiz adamın başına gelen olay (olay gerçekten başına gelmiştir) ve etkilerinden bahsedeceğim. Biz okulda kendisini her ders en az bir kere anıyoruz. Ailesine baş sağlığı, kendisine rahmet diliyorujaksdlf.

Phineas Gage Amerika'da bir demiryolu işçisiydi. 1848 yılının bir günü rızkına koşarken demiryolunda patlatılacak olan bir kayaya açılan deliğe 110 santim uzunluğunda bir demir çubuk kullanarak barut, fitil ve kum doldurdu. Kumun az gelmesi barutun patlamasına neden oldu ve 6 kilo ağırlığındaki demir çubuk Gage'in sol gözünün altından girip kafatasından çıktı ve 25 metre öteye düştü.

 Frontal lobu neredeyse tamamen parçalanan Gage bir süre sonra kendine geldi, ayağa kalktı, insanlarla konuştu ve doktorun bulunduğu yere at arabasında dik bir şekilde oturur vaziyette gitti. Yaklaşık bir ay sonra kendini toparladı fakat o eski halinden eser kalmamıştı şimdi. Çünkü Gage artık eski Gage değildi. Hiçbir şeyi önemsemiyor, karar vermekte büyük zorluklar çekiyor, verdiği sözleri tutamıyordu. Değer yargıları tamamen kaybolmuştu. Ben her ne kadar bunların Phineas'ın "Lan olm kafama demir girdi ve ben yaşıyom lan! BIRAKIN DA HİÇBİR ŞEYİ SİKİME TAKMAYAYIM!" diye düşünmesinden kaynaklandığını düşünsem de bilim insanları Phineas'taki değişimlerin frontal lobunun belasını bulmuş olmasından kaynaklandığını kanıtlamışlar. Benim ne haddime.


Zavallı Phineas 12 sene sonra hayatını kaybetti. Kendisi bilmiyor ki günümüze ışık oldu. Sayesinde alzheimer gibi karakter değişikliğine sebep olan hastalıklarla ilgili önemli bulgular elde edildi.



















Temsili "Kanka beni çubuğumla çeksene :D:Ddd" temalı fotoğraf.

İşte böyle arkadaşlar. Kaşınıza gözünüze sahip çıkmanızı öneriyor, esenlikler diliyorum.

Buradan sonra yola katırlarla devam edeceğiz;


SİNİR YOLLARI HARİTASI DEĞİŞTİPloS One dergisinde yayımlanan araştırmaya göre, Gage’in beyninde oluşan hasarın kısa özeti şu: Beynin ön lobunun üçte birini oluşturan ve öz farkındalıktan sorumlu olan “superior frontal sulcus” ve duygular ile bazı davranışlardan sorunlu insula, en ağır hasarı gören kısımlar oldu. Çubuk, beyin zarının yüzde 4’ünü, beyindeki beyaz dokunun ise yüzde 11’ini yok etti. 
Sonuçlara göre, sol yanaktan giren ve beynin sol tarafından çıkan (bu esnada birkaç dişi söküp atan) demir çubuk, önceden sanıldığı gibi beynin ortasını etkilemedi. Beynin çıkarılan haritası, beynin sol tarafında bulunan beyaz dokudan çok fazla kaybedilmesinin, bu dokuların bağlantılı olduğu sağ kısmı da etkilediğini gösterdi. Bu nedenle, beynin sağ kısmında da bazı kısımlar tam olarak iyileşmedi.

164 yıllık mucizenin sırrı çözüldü
Gage’in beynindeki sinir yollarıyla, 110 veri tabanından alınan sağlıklı insan beynine ait sinir yolları, kazanın neden olduğu değişimi net bir şekilde gösterdi.
Horn, yaptıkları araştırmanın sadece tarihi bir olayı aydınlatmakla kalmadığını, aynı zamanda modern tıp için de önemli bir kazanç olduğunu belirtti: “Ön loblardaki beyaz doku kaybı, bunamayla bağlantılı olduğu gibi Gage’in yaşadıklarıyla da uyuşuyor. Beynin hangi kısımlarının davranışları etkilediği konusunda çok önemli bulgular elde ettik.”